Uzayda Yaşayan Canlılar

04.08.2016 17:30

 

 

KUR-AN’A GÖRE UZAYDAKİ CANLILAR

 

Bu araştırma 1990’lı yıllarda yazılmasına rağmen hiçbir yerde yayınlanmadı. Şimdi Yüce Milletimizin Kutsal Kitabının uzay hakkında ne gibi mesajlar vermekte olduğunu yakından tanıması için bu araştırmamı yayınlamaya karar verdim. Yüce Milletimize ve İslâm Âleminin dikkatlerine saygıyla sunulur.

Uzayda bizim gibi canlıların var olabilecekleri hakkında bilimsel çalışmalar yapılıyor. Uzaya gönderilen sondalarla, dünya dışı alanlarda canlı organizmalar araştırılıyor.

Ben bu dosyada Kutsal Kitabımız Kur-an’ı Kerim’i tarayarak uzayda canlıların var olup olmadıkları hakkında bilgi vermek istiyorum. İncelemeye başlayacağımız alan, Kutsal Kur-an’ın eşsiz İlâhî alanıdır.

Kutsal Kur’an, İlâhi mesajları içeren son İlâhî/Tanrısal Kitaptır. Bu niteliğiyle 7. 8. yüz yılların aklına/idrakine/algılamasına hitap edecek bir Kitap olduğu gibi, 20. 30. 100. üncü ve hatta 10. bininci, 20. bininci yıllara dahi hitap edecek İlâhî bir Kitaptır. Bu Kutsal Kitap’ın hitabının Kıyamete değin süreceğini Kendisi bildirmektedir. Yüz yılların on veya yirmi bin yılların bilimsel ve teknolojik gelişmeleri de dâhil kıyâmetin kopmasına dek sürecek bir tebliğ, bu Kitabın kapsamı alanındadır. Bu itibar ile teknik ve mekanik bilimlerle, bilimsel bilgiler ne denli gelişirlerse gelişsinler, Kur-an’ı Kerim’in mesajlarını öteleyemezler. Bunun çok önemli bir belgesi, şu iki unsurda saklıdır. Evreni Yaratan Yüceler Yücesi Allah Zülcelâl olduğu gibi,  Kur-an’ı Gönderen O‘dur. Ku-an’ı Kerim Allah Zülcelâl’in sözleri, evrenler ve öte evrenler de O’nun Yarattığı varlıklardır. Bunların birbirlerine aykırı düşmeleri imkân dışıdır. Kaynakları Tek ve Bir olan bu iki unsur farklıymış gibi görünse de gerçekte onlar farklı değil, ikisinin de kaynağı Tek’tir.

Kur-anda uzay’la ilgili pek çok âyet bulunmaktadır. Eskiler bu âyetlere kevnî âyetler derlerdi. KEVN; olmak, etmek, yapmak anlamına da gelir. Buna göre Kâinat sözü buradan çıkmıştır. Kâinat, yani varlıklar âlemi denilen bu âleme şimdi biz Türkçe EVREN de demekteyiz. Kur-an’ı Kerim pek çok konu hakkında bilgi vermiştir. Kur-an’da uzay hakkında altın değerinde bilgiler bulunmaktadır. Bu el değmedik bilgileri insanların bilgisine sunuyorum.

Şu kadarını söylemeliyim ki Kur-an’ı Kerim, ne astronomi/uzay, ne matematik, ne coğrafya, ne tarih, ne fizik Kitabı değildir. O, İlâhî Kitapların sonuncusudur. Kur-an ana ilkeleri koyar, gerisini insanların akıllarına ve iradelerine bırakır. Aklını kullananlar, evrene yayılan bilimsel-teknolojik yasaları bularak onlardan alet-edevat, araç-gereçler yaparlar. Buluşlarını kendi yararları için kullanırlar. Böylece evrene ve evrendeki varlıklara hükmederler.

Aklını kullanamayan uluslar, yani evren bilgisini, bilimsel bilgileri göz ardı edenler, okumayanlar, okumayı-yazmayı arkalarına atanlar, bilimsel bilgilerin yüksek feyiz ve bereketini tembelliğin, neme lâzımcılığın, adam olmazlığın, lüpçülüğün geri kalmışlığın kervanının çanına asanlar, aklını kullanan emperyalistlerin sefil ellerinde tarumar/darmadağın olacaklardır.

Uzay canlılarıyla ilgili âyetlerin hem origynalleri/orijinalleri hem de Türkçe anlamları ile yorum ve açıklamaları Yüce Türk Milletinin ve İslâm Âleminin daha doğrusu bütün insanlığın ve gelecek çağların bilgisine sunulmuştur. Bu âyetlerin açıklamaları bizleri evreni daha yakından tanımaya, Yüceler Yücesi Ulu Tanrının evren yasalarını daha iyi anlayıp-okuyarak bu evrensel yasaları ele geçirmek için bir uyarı olduğunu haber veriyorum.

Bazı ukalaların: “Efendim! Uzaydaki canlıların var olduklarını bilsek ne yazar-bilmesek ne yazar? Bizler kendi karınlarımızı doyurmaya çalışıyoruz. Uzay bizim neyimize?” Diyebilirler. Buna tarihte yaşanmış iki olay ile yanıt vermek istiyorum. Birisi Bîrunî, öbürü Uluğ Bey’dir.

 

BÎRUNÎ

 

13 Aralık 1048 yılında doğdu. Köken olarak Türk kökenindendir. Asıl adı: Ebu Reyhan Muhammed Bin Ahmed El Bîrûnî’dir. Pek çok alanda çalışmıştır. Uzay bilimleri, matematik, tarih, coğrafya, ülkeler, uluslar hakkında geniş çalışmalar yapmıştır. Bîrunî’nin uzay/astronomi çalışmaları bazı kişileri memnun etmedi. Bunlar: “Göktekilerle ilgileneceğine, yerdekilere yararlı işler yapsın” diyerek dedi-kodu çıkardılar. Devrin Hükümdarını da ikna eden bu gruplar işi azıttılar. Bîrunî, Hükümdara: “Ben çok büyük bir gürültü çıkartacağım, gün ve saatini size söyleyeceğim, sakın korkmayasınız” dedi. Sarayın damına metalden büyük bir duba yaptırdı. Adamları aracılığı ile Meclisin toplandığı bir sırada dubayı aşağıya çektirdi. Duba büyük bir gürültü ile yere düştü. Meclistekilerin kimisi gök yarıldı, kimis kıyamet koptu sanarak bayılanlar-ayılanlar oldu. Hükümdar, gürültüden haberli olduğu için fazla etkilenmedi. Bîrunî’yi çağırtarak bunun gerekçesini sordu. O da: “Efendim! Gürültüyü ben çıkarttım. Bunun için korkmadım. Siz az-çok biliyordunuz siz biraz korktunuz. Meclis üyeleri bilmiyorlardı, onlar ise çok korktular. İnsanlar bilmedikleri şeylerden çok korkarlar. Korktukları şeyleri bilmeye-tanımaya başlayınca onlardan korkmak yerine korunma çareleri ararlar. Biz de uzay’ı tanımadığımız için ondan korkarız. Tanıdıkça korkularımız azalır, korku yerine onu kullanmaya yönelik çözümler üretmeye başlarız” dedi. Hükümdar bu açıklamayı çok beğendi,  Bîrunî’nin çalışmalarına izin verdi.

 

ULUĞ BEY

 

Uluğ Bey’in asıl adı  Mirza Nuhammed Tarek Bin Şahrah idi. Timurluların soyundan gelir. M.S: 1393 yılında doğdu, 1449 yılında oğlu Abdüllatif tarafından öldürüldü. Zic-i Gürgânî/ Zeyc-i Kürkânî adlı astronomi cetvelleri adlı eseri, şu anda İstanbul’da Ayasofya Kütüphanesindedir. {Kürkan/Gürgan sözlerinin köken bilgisini ayrıntılı olarak inşallah yayınlayacağım.}

Uluğ Bey’in astronomi, matematik, geometri ve öteki çalışmalarını çekemeyenler onu, halkı ihmal etmekle, gökler üzerinde çalışmalar yaparak emeğini boşa harcamakla suçladılar. Bunun üzerine oğlu Abdüllatif’i isyan ettirdiler. Abdüllatif’in bu isyanında Uluğ Bey oğlunu yendi. Oğlunu bağışladı. Abdüllatif 1449 yılında yeniden isyan etti, babasını yendi. Abdüllatif bu isyanında başarılı olunca Babası Uluğ Bey’i astırdı.

Bu iki olay bir birine çok benziyor. O iki Türk bilgini, bilimler üzerindeki çalışmalarını yapabilmek için ne çok eziyetler çekmişler. Uluğ Bey bu yolda hayatını kaybetmiş. Onlar uzay, yani astronomi çalışmalarını en ince ayrıntısına dek yapmak istiyorlardı. Onların bu alanlarda çalıştıkları dönemlerde Avrupalılar barbar hayatı yaşıyorlardı. Bizdeki Avrupa-Avrupa diye-diye ağızlarının suları akan el iyileri, o Avrupalıların o koyu cehalet dönemlerinden çıkışlarının bizim atalarımızın bilimsel çalışmalarına sarılmalarıyla olduğunu keşke bilselerdi. Avrupa’nın yıldızı üç yüz sene kadar önce parlamaya başladı. O da özellikle Türk İslâm bilginlerinin eserlerini okuya-okuya âlim oldular. Biz ise şimdi onların eserlerini bile neme lâzım diyerek yok sayıyoruz. Avrupalı uzay cetvellerini bizden alarak astronomi çalışmalarına gereken önemi verdi. Şimdi onlar geliştirdikleri roketlerle uzayın hem derinliklerini tarıyorlar, hem de uzay çalışmalarıyla birlikte nice yeni teknolojiler elde ediyorlar. Şimdi kullanılmakta olan NANO teknolojiler hep uzay çalışmalarının ürünüdür. Kıtalar arası füzeler bu çalışmalarla ortaya saçıldı. Geçenlerde Türk bilginlerinden bazılarının bu NANO teknolojileri kullanarak görünmez pelerinler yapabildiklerini, havalara uçarak dinledim. Şu hale göre uzay bizim neyimize, deniz bize ne gerek, dağda ne işimiz var, kırda ne arıyoruz? Diyenler, bu Yüce Milletin gençliğine çok kötü örnekler olmaktadırlar. Yeni kuşaklar artık bu tür lafazanlıkları dinlemiyor. Yeni kuşak Türk gençleri okumaya, araştırmaya dünden daha çok değer veriyorlar.

Gençler! Sizler, gelişmenin, yükselmenin kilidinin bilimsel bilgilerden geçtiğini sakın unutmayın. Böylesi kişilere de değer vermeyin. Çok okuyup-çok yazın. Araştırmalar yapmak için fırsatlar oluşturun. Unutmayın ki Bîrunîler, Uluğ Beyler hayatlarını boşa harcamadılar. Bizim Avrupalı olmak gibi bir kaygımız da yoktur. Biz kendimiz olarak ve biz kalarak kolayca bilimsel bilgilere ulaşabiliriz. Japonlar, Avrupalı mı oldular. Onlar, kendileri olarak kaldılar, ama bilimsel bilgilerin ve teknolojilerin şah damarını kendileri kalarak yakaladılar.

 

BAŞKA EVRENLER, BAŞKA DÜNYALAR YARATILMIŞTIR

 

Uzayda canlıların var olduklarıyla ilgili ayetleri daha iyi anlayıp kavramak için önce Yasin Suresinin son âyetlerini ele almak istiyorum.

 

أَوَلَيْسَ الَّذِي خَلَقَ السَّمَوَاتِ وَالْأَرْضَ بِقَادِرٍ عَلَى أَنْ يَخْلُقَ مِثْلَهُمْ بَلَى وَهُوَ الْخَلَّاقُ الْعَلِي

“Yoksa gökleri ve yeri Yaratan Allah, bunların denklerini, benzerlerini, onlar gibilerini, çürümüş kemikleri, çürümüş kemiklerin benzerlerini, gökler gibi büyüklerini, insanlar gibi küçüklerini başka bir Yaratılışla Yaratmaya gücü yetmez mi? Evet Allah’ın bunlara ve bunlardan daha ötelerini Yaratmaya Gücü Yeter. O, öyle Yaratan, öyle Bilendir.” Yasin 36/81

إِنَّمَا أَمْرُهُ إِذَا أَرَادَ شَيْئًا أَنْ يَقُولَ لَهُ كُنْ فَيَكُونُ

 

           “O'nun Buyruğu, bir şeyi murad edince ona sadece "Ol!" demekten ibarettir. O, hemen oluverir.” Yasin 36/82

 

فَسُبْحَانَ الَّذِي بِيَدِهِ مَلَكُوتُ كُلِّ شَيْءٍ وَإِلَيْهِ تُرْجَعُون

     

“Öyle ise bütün tesbihler öyle bir Allah’adır ki, her şeyin hükümranlığı O’nun elindedir. O, her şeyde dilediği gibi tasarruf eden {Şanı Yüce Allah'a} lâyıktır. Hepiniz döndürülüp O'na götürüleceksiniz.” Yasin 36/83

Yasin Sûresinin bu son âyetleri, kendilerinden önce gelen ayetleri pekiştirmektedir. Önce gelen âyetlerde, Mekkeli bir müşrik, çürümüş bir kemiği eline alarak Peygamberimiz {sav}’e, “-Bu çürümüş kemiği kim diriltecek” diye sordu. Bu son âyetler bu soruya karşı daha önce verilen yanıtları pekiştirmekte, Allah Zülcelâl’in her şeye gücünün yeteceğini açıklamaktadırlar. Bu üç âyette gördüğümüz gibi, bırakın çürümüş kemikleri şu koskoca evreni içinde yaşadığımız dünyayı yoktan Yarattığını, hattâ bunların benzerlerini de Yarattığını bu âyetlerde açıklamaktadır.

Yasin Sûresinin bu son âyetlerine göre içinde bulunduğumuz evrenimiz gibi daha nice evrenlerin, üzerinde yaşadığımız dünya gibi daha nice dünyaların yaratılmış olduğunu görüyoruz. Ne evrenimiz tek evrendir, ne dünyamız tek dünyadır. Allah Zülcelâl, bunlar gibi nice evrenler ve dünyalar yaratılmıştır.

Yukarıya aldığımız Kutsal belgelerden anlaşılacağı gibi sayısını bilemeyeceğimiz kadar pek çok evren Yaratıldığı gibi, dünyamız gibi de pek çok dünyalar Yaratılmıştır. Bu konuyu yukarıdaki Yasin Sûresinin son âyetlerinden anlıyoruz. Bizim gibi canlı varlıkların dünyamızın dışında yaşamakta olduklarını da aşağıdaki kutsal Kur-an belgelerinde göreceğiz.

 

    اللَّهُ الَّذِي خَلَقَ سَبْعَ سَمَوَاتٍ وَمِنَ الْأَرْضِ مِثْلَهُنَّ يَتَنَزَّلُ الْأَمْرُ بَيْنَهُنَّ لِتَعْلَمُوا أَنَّ اللَّهَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ وَأَنَّ اللَّهَ قَدْ أَحَاطَ بِكُلِّ شَيْءٍ عِلْمًا

                                                 

 

             “O öyle bir Allah’tır ki, yedi kat gök Yarattı. Bu Yedi kat gök kadar da yer Yarattı./O Allah, yedi kat göğü ve yerden de onların benzerini,/denklerini yaratmıştır. Buyruk/iş ve oluş bunlar arsında sürekli olarak iner de-iner. Allah'ın her şeye Kadir-i Mutlak olduğunu ve Allah'ın, bilgisinin her şeyi kuşattığını böylece biliniz.” Talâk 65/12

 

D A B B E

 

Dabbe sözü, bazı âyetlerde Dabbet-ül Arz şeklinde kayıtlıdır. Böyle bir dabbenin kıyamete yakın çıkacağı bilginler tarafından söylenmektedir. Bu dabbeye yer dabbesi, yer kurdu gibi anlamlar da yüklenmiştir. Biz işin bu yönü ile ilgilenmiyoruz. Ben dabbe sözünün Kur-an’ın bu âyetinin dışında kalan uzay’daki DABBE ile ilgili âyetlerin açıklamasını yapmak istiyorum.

 

UZAY DAABBESİ, MELEK MİDİR, BİZİM GİBİ CANLI MIDIR?

 

Üzerinde durduğumuz dabbe, bizim gibi yiyen, içen, ruh taşıyan, cismani bedeni olan, elleri, ayakları olan yürüyen, oturan, kalkan, dünyadaki canlılar gibi canlılar mıdır? Bu dabbelerin cismani varlıkları var mıdır? Bu dabbeler yoksa melek, şeytan, cin türünden varlıklar mıdır? İşte bu soruların yanıtlarını arayarak konumuzu aydınlatmaya çalışacağız.

 

 

إِنَّ فِي خَلْقِ السَّمَوَاتِ وَالْأَرْضِ وَاخْتِلَافِ اللَّيْلِ وَالنَّهَارِ وَالْفُلْكِ الَّتِي تَجْرِي فِي الْبَحْرِ بِمَا يَنْفَعُ النَّاسَ وَمَا أَنْزَلَ اللَّهُ مِنَ السَّمَاءِ مِنْ مَاءٍ فَأَحْيَا بِهِ الْأَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا وَبَثَّ فِيهَا مِنْ كُلِّ دَابَّةٍ وَتَصْرِيفِ الرِّيَاحِ وَالسَّحَابِ الْمُسَخَّرِ بَيْنَ السَّمَاءِ وَالْأَرْضِ لَآيَاتٍ لِقَوْمٍ يَعْقِلُونَ

 

“Şüphesiz ki, göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelişinde, insanlara yararlı şeylerle denizde akıp giden gemilerde, Allah'ın gökten su indirip, o su ile yeri ölümünden sonra diriltmesinde, {وَبَثَّ فِيهَا  مِنْ كُلِّ دَابَّةٍ  } yeryüzünde  deprenen her canlıyı/dabbeyi yaymasında, rüzgârları, gök ile yer arasında buyruk bekleşen bulutları döndürmesinde şüphesiz aklını kullanan bir topluluk için elbette Allah'ın Birliğine deliller vardır.” Bakara 2/164

 

 

خَلَقَ السَّمَوَاتِ بِغَيْرِ عَمَدٍ تَرَوْنَهَا وَأَلْقَى فِي الْأَرْضِ رَوَاسِيَ أَنْ تَمِيدَ بِكُمْ وَبَثَّ فِيهَا مِنْ كُلِّ دَابَّةٍ وَأَنْزَلْنَا مِنَ السَّمَاءِ مَاءً فَأَنْبَتْنَا فِيهَا مِنْ كُلِّ زَوْجٍ كَرِيمٍ  

 “Allah görüp durduğunuz gibi gökleri direksiz yaratmıştır. Sizleri de sallamasın diyerek Yer’in üzerine sabit dağlar yerleştirmiştir. Yeryüzüne de her türden dabbeyi yaymıştır.{ وَبَثَّ فِيهَا مِنْ كُلِّ دَابَّةٍ}      Biz gökten su indirip yeryüzünde her güzel çiftten bitirdik.”   Lokman 31/10 

Bakara 164, Lokman 10. âyetlerindeki dabbe sözü ile yeryüzünde yayılıp, çoğalan yiyip-içen gezip-tozan her türden canlının kast edilmiş olduğu anlaşılıyor. 164. âyette göklerin, yerin yaratılmasından, gece ile gündüzün ardı-ardına getirilmesinden bilgi verilirken, 10. âyette göklerin direksiz yaratılmasından, yeryüzünde dabbenin yayılıp çoğaltılmasından yeryüzünün yağmurlarla bitek hale getirilmesinden sonra, her iki âyette de  {وَبَثَّ فِيهَا مِنْ كُلِّ َابَّةٍ} bu âyette sözü edilen canlılar, kümeleme olarak bildirilen canlılardır. Bu canlılar yeryüzündeki hayvanlar, kuşlar, denizlerdeki balıklar ve insanlardan oluşmaktadır.

 

          

وَمَا مِنْ دَابَّةٍ فِي الْأَرْضِ وَلَا طَائِرٍ يَطِيرُ بِجَنَاحَيْهِ إِلَّا أُمَمٌ أَمْثَالُكُمْ مَا فَرَّطْنَا فِي الْكِتَابِ مِنْ شَيْءٍ ثُمَّ إِلَى رَبِّهِمْ يُحْشَرُونَ   

          

“  Yeryüzünde yürüyen hiçbir dabbe ve iki kanadıyla uçan hiçbir kuş yoktur ki, sizin gibi birer ümmet olmasınlar. Biz kitapta hiçbir şeyi eksik bırakmamışızdır, sonra hepsi Rablerinin huzurunda toplanırlar.” En’âm  6/38

 

Bu âyette geçen “ümmet” sözünü konunun dışına çıkılacağı için başka bir bölümde açıklamayı uygun görüyorum.

En’am Sûresinin bu 38. âyetine göre yeryüzündeki dabbelerin cins ve nitelikleri açıklanmaya başlanmıştır. Bu metot Kur-an’ın en önemli metodudur. Kur-anı Kerim bir konuyu açıklarken, bir ayette bir bölümünü verdiği konuyu, başka bir âyette başka bir unsuru, öbür âyette öbür unsurunu vererek, bütünü tamamlamayı öngörebilir. İşte bu dabbe konusu da böyledir. Yukarıdaki âyette dabbenin yeryüzündeki canlılar olduğunu, haber verdikten sonra bu âyette dabbe kavramını daha bilinir hale getiriyor.

Yukarıdaki âyette dabbe ikiye ayrılmış görünüyor. Birisi, yeryüzünde gezinen, yürüyen, oturan kalkan canlılar, öbürü de gökyüzünde uçuşan kuşlar olarak iki bölüme ayrılmış bulunuyor.

 

 

  وَلِلَّهِ يَسْجُدُ مَا فِي السَّمَوَاتِ وَمَا فِي الْأَرْضِ مِنْ دَابَّةٍ وَالْمَلَائِكَةُ وَهُمْ لَا يَسْتَكْبِرُونَ

“Göklerde ve yerlerde bulunan bütün dabbeler/kanlı-canlı varlıklar ve bütün melekler, büyüklük taslamaksızın Allah'a secde ederler.” Nahl  16/ 49

Nahl Sûresinin bu 49. âyetinde göklerde ve yeryüzünde dabbelerin varlığı açıklanmaktadır. Bu âyete göre Dabbe, hem göklerde hem de yerde bulunmaktadır. Bu dabbeler de cisimleşmiş, bizler gibi bedensel varlıklardır. Bunların isteyerek veya istekleri dışında da olsa Allah Zülcelâle secde ettikleri açıklanıyor. Âyette geçen bedensel varlıklar olan dabbelerden apayrı bir katagori daha ortaya konulmuş, bu katagorideki canlılar MELEJKLERDİR. Melekler de canlı olmak hasebi ile onlar da Allah’a secde etmektedirler. Melekler, dabbe sınıfından ayrı bir varlık grubu olarak ad verilerek bu farklılıkları belirginleştirilmiştir. Böylece Meleklerle dabbeler bir-birinden ayrıştırılarak, dabe’nin canlı-kanlı, yiyen-içen cinsten varlıklar olduğu ortaya konulmuş bulunuyor.

Göklerdeki canlıların melekler olabileceğini düşünecek kimseler, Nahl Sûresin bu 16. âyetinin ortaya koyduğu İlâhî belge ile artık göklerde de kanlı-canlı, yürüyen, koşan, yatan-kalkan, varlıkların bulunduğunu bizzat bu âyeti Kerimenin delaletliyle apaçık göreceklerdir. Üstelik âyette sözü edilen bu canlı-kanlı varlıkların sadece gökte değil bütün göklerde var olduklarını da apaçık göreceklerdir. { يَسْجُدُ مَا فِي السَّمَوَاتِ وَمَا فِي الْأَرْضِ مِنْ دَابٍّ} Kutsal âyetin bu bölümünde Allah Zülcelâle secde eden varlıkların dabbeler olduğu, bu dabbelerin de göklerde ve yerde yaşadığı apaçık görülüyor. Âyette SEMAVAT sözü apaçık geçiyor. Semavat sözü, sema’nın çoğuludur. GÖKLER, yani evren demektir. Bu belgeye göre göklerde dabbeler Allah’a secde etmektedirler. Öyle ki, bu dabbeler göklerde secde ettikleri gibi, yerlerde de secde etmekte oldukları belgeden anlaşılıyor. ARD sözü Arapça imiş gibi ise de bu söz, alt, ast kökünden, aşağıda olan, altta olan anlamına Türkçedir. Avrupalı dillerde EART denilen söz dahi alt, ast, anlamına Türkçedir. Gerçekte SEMA sözü dahi öz be öz Türkçedir. Bu söz Sümer Türklerinde SAMU olarak çivi yazılı tabletlerde kayıtlıdır. Konumuzu aşacağı için bunların köken bilgilerini ayrı bir bölümde yayınlamayı uygun görüyorum.    

Yukarıdaki âyette melekler dabbeden ayrı olarak zikredilerek meleğin farklı bir yaratılışta ve farklı bir boyutta olduğu ortaya konulmuştur. Buna göre göklerde meleklerin varlıkları zaten bilinen bir durum idi. Oysa göklerde dabbenin yani kanlı-canlı bedensel varlıkların göklerde de Yaratılmış olduklarının belgeleri bu araştırmalarımla ortaya çıkartılmış oldu.

GÖKLER sözünü, sadece bizim GÖKLERİMİZ ile açıklamak yerine, sayısını bilemeyeceğimiz kadar çok EVRENLER, YER sözünü de bizim YER’LERİMİZ, ARZ’LARIMIZ, DÜNYA’LARIMIZ karşılığında, pek çok YER’LER, ARZ’LAR, DÜNYA’LAR anlamında kullanmanın uygun olacağı görüşündeyim.

 

 

 وَلَوْ يُؤَاخِذُ اللَّهُ النَّاسَ بِظُلْمِهِمْ مَا تَرَكَ عَلَيْهَا مِنْ دَابَّةٍ وَلَكِنْ يُؤَخِّرُهُمْ إِلَى أَجَلٍ مُسَمًّى فَإِذَا جَاءَ أَجَلُهُمْ لَا يَسْتَأْخِرُونَ سَاعَةً وَلَا يَسْتَقْدِمُونَ

“Eğer Allah insanları zulümleri yüzünden hesaba çekecek olsaydı, yeryüzünde hiçbir dabbe/kımıldayan tek canlı bırakmazdı. Fakat Allah onları,/o zulüm yapan dabbeleri/o zulüm yapan insanları belli bir vakte kadar erteler. Onların ecelleri geldiği zaman, onu ne bir saat erteleyebilirler, ne de-öne-alabilirler.” Nahl16/61                                                                                                                                                      

 

  وَلَوْ يُؤَاخِذُ اللَّهُ النَّاسَ بِمَا كَسَبُوا مَا تَرَكَ عَلَى ظَهْرِهَا مِنْ دَابَّةٍ وَلَكِنْ يُؤَخِّرُهُمْ إِلَى أَجَلٍ مُسَمًّى فَإِذَا جَاءَ أَجَلُهُمْ فَإِنَّ اللَّهَ كَانَ بِعِبَادِهِ بَصِيرًا     

“Bununla birlikte Allah, insanları kazandıkları {günahları} yüzünden hemen yakalayıverseydi, yeryüzünde hiçbir dabbe bırakmazdı. Fakat onları belli bir süreye kadar erteler. Nihayet onların ecelleri geldiği vakit gerçekten Allah, kullarını görmektedir.” Fâtır 35/45

 Nahl Sûresinin bu 61. âyeti ile Fâtır Sûresinin 45. âyetlerinde dabbenin insanlar olduğu apaçık bir surette görülmektedir. Bu âyetlerde zulüm kavramı ile yapılan-kazanılan işler kavramı ortaya konulmuştur. Dabbe sözü bütün yaşayan bedensel varlıkları içeren bir terim ise de bu âyetlerde onlardan insanları ayırarak insanların da birer dabbe olduğunu ortaya koymuş görünüyor. Âyette: {النَّاسَ} NAS sözü açıkça görülmektedir. NAS sözü İNSAN sözünün çoğuludur. İnsanlar demektir. Bu âyette insanlar sözü açıkça geçtiğine göre zulüm yapmak fiili de kötülük kazanmak sözü de, insanlarla özleştirilmiştir. İnsanların dışındaki canlılar ne kazanç sağlayabilirler, ne de zulüm yapabilirler. Çünkü onlarda insanlara verilen irade yoktur. İradeli varlıklar olmadıkları için de sorumluluk yüklenmemiştir. Onlarınki doğal yönelişlerdir. Buna eskiden sevk-i tabii deniliyordu. İnsanlar ise iradeli varlıklar halinde yaratıldıkları için bir takım görevlerle yükümlü kılınmışlar, bunun sonucunda da sorumlu tutulmuşlardır.

أَلَمْ تَرَ أَنَّ اللَّهَ يَسْجُدُ لَهُ مَنْ فِي السَّمَوَاتِ وَمَنْ فِي الْأَرْضِ وَالشَّمْسُ وَالْقَمَرُ وَالنُّجُومُ وَالْجِبَالُ وَالشَّجَرُ وَالدَّوَابُّ وَكَثِيرٌ مِنَ النَّاسِ وَكَثِيرٌ حَقَّ عَلَيْهِ الْعَذَابُ وَمَنْ يُهِنِ اللَّهُ فَمَا لَهُ مِنْ مُكْرِمٍ إِنَّ اللَّهَ يَفْعَلُ مَا يَشَاءُ

 

“Görmedin mi, aklını kullanıp anlamadın mı, hiç haberin yok mu? Gerçekte göklerde ve yerde olan canlılar, Güneş, Ay, yıldızlar, bitkiler, dağlar, dabbeler ve insanlardan birçoğu da Allah’a secde ediyorlar.

İnsanlara gelince, insanlardan birçoğunun üzerine azap hak olmuştur.     Allah, kimi hor-hakir ederse onu mutluluğa ulaştırıp ona ikramda ve ihsanda bulunacak hiçbir kimse bulunamaz; şüphesiz ki gerçekte Allah, dilediğini yapar.” Hac 22/18

Hac Sûresinin bu 18. âyetinde göklerde ve yerde bulunan bütün varlıkların Allah’a secde etmekte oldukları açıklanıyor. Secde eden güneşler, aylar, yıldızlarla birlikte DABBELERFİN de secde ettiklerini gösteriyor. Bu secde edenler, yalnızca yerdeki/dünyadaki dabbeler değil, gökteki dabbeler de birlikte sayılmıştır. Hatta âyette dağlardan ve bitkilerden de söz edilmiştir. Âyette bunlar sıralandıktan sonra, insanlar ayrı bir not halinde bu sıralamaya dahil edilmişlerdir. Şu hâle göre dabbelerin yaşadığı, yayıldığı uzayda dağlar, ağaçlar, güneşler, yıldızlar, aylar da bulunmaktadır. Yani dünyamızın şartları orada da aynen yaratılmıştır. Evrendeki en büyük varlıklardan en küçük varlıklara değin bu secdeye dahil edilmişlerdir. Görüldüğü üzere sıralanan küresel varlıkların yanında, dabbe ve insanlar ayrı ayrı zikredilmiş, bütün yaratıklar âleminin secde ettikleri, bunların içinde de dabbenin secde ettiği bildirilmiştir. Bu secdeler sadece dünyada değil bütün göklerde/uzayda yapılmakta olduğu, gökler âleminde/uzayda da dabbelerin bulunduğu bu âyette açıklanmıştır. Ayette ayrıca ve özellikle göklerde de insanların Allah’a secde etmekte oldukları, insanlardan pek çoğunun ise azabı hakkettikleri de oldukça dikkat çekicidir{وَالدَّوَابُّ وَكَثِيرٌ مِنَ النَّاسِ }“Dabeler ve insanlardan çoğunluğu da secde ederler.” Bu secdeler göklerde/uzayda ve yerlerde yapılmaktadır.

 

                  إِنَّ شَرَّ الدَّوَابِّ عِنْدَ اللَّهِ الصُّمُّ الْبُكْمُ الَّذِينَ لَا يَعْقِلُونَ  

 

“Çünkü yeryüzünde dolaşan canlıların/dabbelerin Allah katında en kötüsü anlamayan ve düşünmeyen sağırlarla dilsizlerdir.” Enfâl 8/22

 

                    إِنَّ شَرَّ الدَّوَابِّ عِنْدَ اللَّهِ الَّذِينَ كَفَرُوا فَهُمْ لَا يُؤْمِنُونَ

 

“Allah katında kımıldayıp debelenen canlıların/dabbelerin en kötüsü, inkâra saplanıp da bir türlü iman etmeyenlerdir.” Enfâl 8/55

                                                                                          

Yukarıdaki Enfâl Sûresinin 22. ile 55. âyetleri hemen-hemen aynı anlamları içeren iki âyet’ten oluştuğu görülüyor. Birinci âyette Hakka karşı kör ve dilsiz olan dabbeler, ikincisinde de Allah katında inanmayan inkârcı olan dabbeler en şerli olarak kayda girmiştir. Burada dabbeden kasıt, insanlar olduğu açıkça görülüyor. İnsanların dışındaki dabbeler yani öbür canlılar, sorumluluk taşımayan canlılar olduğu için onların şerli veya inkârcı sayılmaları mümkün değildir. Bu iki ayete göre DABBE insanlar anlamınadır.                                                                                                             

 

                                                                                            

  عَلَى صِرَاطٍ مُسْتَقِيمٍ إِنِّي تَوَكَّلْتُ عَلَى اللَّهِ رَبِّي وَرَبِّكُمْ مَا مِنْ دَابَّةٍ إِلَّا هُوَ ءَاخِذٌ بِنَاصِيَتِهَا إِنَّ رَبِّي                                   

 

"Ben muhakkak ki, hem benim Rabbim, hem de sizin Rabbiniz olan Allah'a tevekkül etmekteyim./dayanmaktayım. Yeryüzünde hiçbir dabbe/canlı yoktur ki, yönetimi Allah’ın elinde olmasın. Benim Rabbim, hiç şüphe yok ki, doğru yoldadır." Hud 11 /56

Âyetteki hitap evrenlerin Efendisi Hz. Muhammed {sav} efendimizedir. Efendimiz, Allah Zülcelâl’e dayanıp güvendiğini bildirirken bütün dabbelerin idaresinin Allah’ın elinde olduğunu da açıklıyor.

وَمِنَ النَّاسِ وَالدَّوَابِّ وَالْأَنْعَامِ مُخْتَلِفٌ أَلْوَانُهُ كَذَلِكَ إِنَّمَا يَخْشَى اللَّهَ مِنْ عِبَادِهِ الْعُلَمَاءُ إِنَّ اللَّهَ عَزِيزٌ غَفُورٌ

 

            “Yine insanlardan, dabbelerden/hayvanlardan ve davarlardan da türlü renklileri vardır. Kulları içinde Allah'tan ancak âlimler korkar. Şüphe yok ki Allah çok güçlüdür. Hüküm ve hikmet sahibidir.” Fatır 35/28

Fâtır Sûresinin 28. âyetinde; insanlar, dabbeler, anılırken, bir yandan da at, deve, sığır, koyun cinsindeki hayvanlar anılmıştır. Bunların renkleri de ayrıca zikredilmiş bulunuyor.

 

                                                                                                         

               إِنَّ فِي السَّمَوَاتِ وَالْأَرْضِ لَآيَاتٍ لِلْمُؤْمِنِينَ                                                              

               

“Şüphesiz göklerde, yerde müminler için deliller vardır.” Câsiye 45/4

                وَفِي خَلْقِكُمْ وَمَا يَبُثُّ مِنْ دَابَّةٍ ءَايَاتٌ لِقَوْمٍ يُوقِنُونَ

 

“Sizin yaratılışınızda, üretip/yayıp durduğu dabbede, Allah'ın bir hayvandan birçoklarını çeşitlendirerek üretip durduğu hayvanlarda da kesin bilgi edinecek uluslar için âyetler-belgeler vardır.” Câsiye 45/4

 

 

وَاللَّهُ خَلَقَ كُلَّ دَابَّةٍ مِنْ مَاءٍ فَمِنْهُمْ مَنْ يَمْشِي عَلَى بَطْنِهِ وَمِنْهُمْ مَنْ يَمْشِي عَلَى رِجْلَيْنِ وَمِنْهُمْ مَنْ يَمْشِي عَلَى أَرْبَعٍ يَخْلُقُ اللَّهُ مَا يَشَاءُ إِنَّ اللَّهَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ

 

 

Allah, her dabbeyi sudan yarattı. Bunlardan kimi karnı üstünde sürünür, kimi iki ayağı üstünde, kimi de dört ayağı üstünde yürür... Allah dilediğini Yaratır. Çünkü Allah, her şeye kâdirdir.” Nur 24/45

 

Nûr Sûresinin 45. âyeti, yukarıdan beri açıklamakta olduğumuz dabbe konusuna son noktayı koymuş bulunuyor. Bu âyeti dikkatle incelediğimizde Allah Zülcelâl’in her türlü dabbeyi sudan Yarattığını, bu dabbelerin kimisinin karnı üstünde süründüğünü, yani sürüngenler olduğunu, kimisinin dört ayağı üstünde yürüdüğünü, bütün dört ayaklı hayvanlar olduğunu, kimisinin de iki ayaklılar yani insanlar ve kuşlar olduğunu göstermektedir. Bu âyete göre, insanlar, kuşlar, dört ayaklı canlılar, denizlerde yüzen ve öteki canlıların hepsinin aynısı göklerde de bulunmaktadır. Göklerde yani uzayda bizim dünyamızdaki canlıların hepsinin benzerlerinin, denkteşlerinin var olduğu, biz insanlar gibi benzerlerimizin, uzayda yaşamakta oldukları bu âyetlerin ışığında apaçık ortaya çıkmış oldu. Dünyada yaşayan bütün canlıların benzerlerinin de uzayda var oldukları artık hiçbir kuşkuya meydan vermeyecek bir açıklıkla bu âyetlerin işaretleri ile anlaşılmış oldu. Ayrıca da uzayda bizim dünyamız gibi nice dünyaların var olduğu da bu âyetlerin feyiz ve bereketiyle anlaşılmış oldu.

Bu bölüm boş.